Bunca horgörüye rağmen kadınları AK Parti’de tutan ne?

Kadınların AK Parti’ye oy verme eğilimi ideolojik bir eğilim değil; bir tür taraftar temayülü. Erdoğan da, üst kurumlar üzerinden kurmuyor siyaseti. Aşağıya aşağıya çekiyor polemikleri… Bu tavrı ayrımlaşmayı artırıyor ve taraftarlık hissini kabarık tutuyor.

BERKE KAYA 28 Mart 2023 GÖRÜŞ

FOTOĞRAF: SAYGIN SERDAROĞLU / AFP

Biraz yıpranmış, tozlanmış da olsa vitrinde iki ‘gerçek’ duruyor; biri, ülkenin yarısının (42 milyon) kadın olduğu gerçeği, diğeri ise AK Parti’nin bilhassa kuruluş ve iktidarda olduğu ilk dönemde sırtını kadınlara dayadığı, oyu kadınlardan aldığı gerçeği.

Hal böyleyken, bu parti, İstanbul Sözleşmesi’nden keyfe keder bir tutumla ve gayri nizami bir yolla neden çıkar? 6284 Sayılı Kanun’u neden tartışma masasına yatırır? Özlem Zengin ve Derya Yanık gibi ‘kadın’ başkanvekili ve bakanı küstürür?

Üstelik ilk kez oy kullanacak bir Z Kuşağı var. Yaşları 18-23 arasındaki bu kesimin, MetroPOLL’ün verileriyle söylersek, üçte biri kararsız. Oyunu doğrudan muhalefete verecek olanlar ise daha ağırlıklı.

Demem o ki, 6 milyon oya tekabül eden Z Kuşağı’ndan AK Parti’ye çıksa çıksa 1,5 milyon civarında bir oy çıkacak. Tarikatların getirecekleri oyları dışarda tutarsak, iktidarın elindeki en sağlam kale ‘kadın’lar…

Soru şu: Yeniden Refah Partisi’nin getirisi bu kalenin çatlayarak götüreceklerinden fazla mı?

***

Ne büyük yanılsama: Başı örtülü kadınlar AK Parti seçmeni.

Üç yahut beş şehir vardır, gidip görmediğim; okullarında etkinlik yapmadığım, kütüphanelerinde yahut dernek lokallerinde konuşmadığım. Oralarda gördüm; başı açık, cüzdanı dolgun, kendini Atatürkçü, ilerici, aydın olarak tanımlayan nice kadının AK Parti’ye, hem de üst üste oy verdiğini… Buna mukabil, çok az da olsa, başı kapalı, namazında niyazında, ama yoksul ama zengin kadının da CHP’ye oy verdiğini…

Temel mesele, bizim kadına bakışımızdaki sakatlık. Bu sakatlığı mutlaklık olarak gördüğümüzden ezberimizi bozmaya yeltenmiyoruz hiç.

Seçmeni ‘birey’ olarak algılasak, aslında astigmatımız kısmen düzelecek.

***

Sunduğu haber programını, ‘bir demokrasi platformu’ olarak tanımlayan İsmail Küçükkaya, o tecrübeli, o acar gazeteci dahi şu ezberi tekrarlıyor: Meclisin yarısı kadın olmalı. Bakanların yarısı kadın olmalı.

Bu söylem, kulağa hoş geliyor, gönlümüzü okşuyor. Ayalarımız şişercesine alkışlıyoruz. Ama sormuyoruz: İyi de ‘liyakat’ bunun neresinde? Salt kadın olduğu için milletvekili seçilir, bakan yapılır mı insan?

Başta kadınların karşı çıkması gereken bir durum bu. Hak edilmemiş bir şeyi kabul etmemeli kimse. Hele hele sadaka gibi bağışlananları. Lakin muhalefet de, iktidar da pek oralı değil. Amaç tek: Oy ç’almak!

İsmail Küçükkaya, Kılıçdaroğlu’nu ağırladığı Lider Masası’nda da benzer bir kaygısından söz ediyor ve CHP lideri, mahcuplukla adeta özür diliyor.

Neymiş, kadınlara yeterince “yer” vermemiş. Bunu telafi edecekmiş.

Bu anlayışı kavramak zor. Zira kadın olmak, devletin ideolojik aygıtlarını kullanma ehliyetine sahip olunduğu anlamına gelmez. Kadın olmak, bir meziyet değildir. Erkek olmanın da olmadığı gibi…

Marksist teoride, devlet aygıtı şunları kapsar: Hükümet, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. Zaten öz itibariyle devlet, ‘baskı’ ile aynı havuzda yüzmektedir. Başka bir ifadeyle, devlet, öyle ya da böyle ‘zor’ kullanandır.

Oysa devletin ideolojik aygıtları, çok kabaca söylemek gerekirse, dini (değişik inanç, ama daha çok kiliseler sistemini), eğitimi (özel ve devlet okullarını, kursları), aileyi, hukukî ve siyasal yapıyı (partileri ve onlara dair sistemi), sendikayı, haberleşmeyi (basın, radyo-televizyon, internet vb.) ve kültürü (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.) kucaklar.

Yani devlet (baskı) ile onun ideolojik aygıtları aynı şey değildir.

Devletin baskı aygıtları kamu alanında yer alırken, ideolojik aygıtları, tüm karmaşıklığına rağmen, çoğunlukla özel alanda bulunur. Evet; kiliseler, partiler, sendikalar, aileler, bazı okullar hep ‘özel’dir.

Kadının ‘zor’ gerektiren baskı aygıtlarındaki mevcudiyetinde ehliyet aranmaz, demiyorum; bile isteye, devletin bir ideolojik aygıtı olan partide bulunmanın belli ehliyetler gerektirdiğini vurgulamak muradım.

***

Althusser’e göre toplumsal oluşum üç ayrı ve temel yapıdan oluşur. Bunlardan biri “ekonomik yapı”, biri “siyasal pratik” ve sonuncusu “ideolojik düzey”dir.  Ekonomik yapı, belirli bir üretim süreciyle birlikte maddenin ekonomik bir ürün haline gelmesini; siyasal pratik toplumsal ilişkiyi; ideolojik düzey ise insanın kendi hayatıyla kurduğu ilişkisini yansıtan tasarımların dönüşümünü ifade eder.

Toplum, ekonomik yapı ve siyasi pratiklerle doğrudan yüzleşmekle birlikte bu ikisi arasındaki güçlü bağı oluşturan şey ideolojinin ta kendidir ve bu ideoloji, fark edilemez şekilde her iki unsurun da içinde yer alır.

Gel gör ki, ideolojinin tanımını muğlaklaştıran şey de ideolojinin fark edilemezliğidir. Çünkü ideoloji, kültürün unsurlarıyla hemhal vaziyettedir. Yani yaşamla eşzamanlı olarak âdetlerle, gelenek ve görenekle bir bütündür. Toplumda bu gelenekler, âdetler devam ettiği sürece ihtiva ettiği ideoloji de varlığını sürdürür.

Althusser’in de ifade ettiği gibi günümüzde “üretim ilişkilerinin yeniden üretimi” söz konusu. Ancak tüketim ideolojisi, popüler kültür aracılığıyla biteviye tekrarlanıyor.

Althusser mühim bir noktaya değiniyor tezinde. Diyor ki: “İdeoloji bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla kurdukları hayali ilişkiyi gösterir.”

Bu şu anlama gelir: Dinî, hukukî, ahlakî ve siyasî ideolojilerde temsil edilen; bireylerin var oluşunu yöneten gerçek ilişkiler değil, bu bireylerin içinde yaşadıkları gerçek ilişkilerle kurdukları hayali ilişkilerdir. Bireylerin, kendi varoluş koşullarını, toplu ve bireysel yaşamlarını yöneten toplumsal ilişkilerle kurdukları ilişkiye dair temsiller hayalidir.

Bu neden böyledir? Sırtımızı Baudrillard’a dayayarak söylersek: Çünkü hakikat ile zahirin birbirine karıştığı bir yaşam söz konusu.

İşte bu yaşamda, ideolojilerin bireyleri özne diye çağırdığı bir çağda, henüz ‘birey’ olamamış bir kesime, yani kadınlara, salt kadın oldukları için milletvekili yahut bakan koltuğunu vermek popülizmdir. Popüler kültürün içinden seslenmedir. Pamuk şekerine benzer: Hoş görünür, alırsın; ısırır, ama kanmazsın; koştura koştura su ararsın, zira şekeri yakar. Dahası: İkincisini, üçüncüsünü istersin.

***

Zygmunt Bauman, “birey olmayan insan, zihinsel kimliğini kurmakla, kendi refah ve memnuniyetiyle meşgul, özgür seçim yapamayan insandır” der ve ekler: “biz bunu asla tam olarak hayal edemeyiz. Onun, kendi yaşam tecrübemizde bir karşılığı yoktur. O bir canavardır, bir uyuşmazlıktır.”

Mübalağa ederek ve azıcık çarpıtarak söylüyorum: Aslında üç aşağı beş yukarı bizim kadınlarımızı tanımlıyor Bauman; “refah ve memnuniyetiyle meşgul, özgür seçim yapamayan insan” diyerek.

Niçin mi?

Biliyoruz ki, küçümsenmeyecek bir oranda kadınlarımız ya eşinin ya da aile büyüğünün yönlendirmesiyle oy veriyor. Yani bir erkeğin…

Yine küçümsenmeyecek bir oranda kadınlarımız ev işleriyle meşgul, çocuklarıyla meşgul; bu meşguliyetin getirdiği standart, hayatını görece kolaylaştırıyor.

Kırsaldan kente doğru genişlediğinde ilgi alanımız; üretim ilişkilerine katılan kadınların daha bir kendi olduğunu, inandığı kişiye oy verdiğini, özgür seçimler yaptığını görüyoruz.

Dolayısıyla Bauman’ın, “özgürlüğün, ancak kapitalist toplumun hayat şartlarıyla ayrılmaz bir şekilde bağlanmış özel anlamı edindikten sonra evrensellik iddiasında bulunabildiğini ve ‘kişinin kendi kaderine hükmetmesi’ olgusunun bilhassa modern çağrışımının, ortaya çıktığı anda, modern zamanların en belirgin karakteristik özelliklerinden toplumsal düzenin yapaylığına dair kaygılarla yakından ilgili olduğunu göreceğiz” dediği noktaya geliyoruz.

***

Fatih Erbakan, 16 Şubat 2022’de (parti sayfasında video ve metin var), diyor ki: “10 milyon insan 6284’ten dolayı mağdur oldu. İstanbul Sözleşmesi doğrultusunda çıkartılan 6284 Sayılı Kanunun da aynı güçler tarafından özel olarak laboratuvarlarda hazırlandı. 6284, aile yapısının bozulması, yuvaların yıkılması için çok etkili bir silahtır. Yaşanan olaylar bu gerçeğin en önemli ispatıdır. Yaklaşık 2 milyon baba evinden uzaklaştırılıyor, ailesiyle, eşiyle, çocuğuyla 10 milyon insanın bu garabet kanundan olumsuz bir şekilde etkilendiğinin en açık bir ispatıdır. Kaş yapayım derken göz çıkaran bir kanun haline gelmiş. Bu uygulamalarda en çok da kadınlar ve çocuklar, aile müessesi zarar görüyor, çocuk babasız kalıyor, kadın tek başına kalıyor. Yuva parçalanıyor, yıkılıyor.”

Erbakan’ın söylediği bir “bilgi” mi, emin değilim. Zira 10 milyon, yaklaşık olarak her 8 kişiden birinin, tarif ettiği bir mağduriyete uğradığı anlamına gelir. Sahi, öyle mi?

Öte yandan, Erbakan, muğlak konuşuyor. Babaların hangi gerekçelerle evden uzaklaştırıldığını ilişkin somut bir şey yok.

Aynı konuşmada dış güçlerin, Siyonistlerin işidir bu yasa demeye getiriyor. Toplumun çekirdeği ya, aile… Onu bozmaya çalışıyorlarmış. Lakin yine bir delil yok.

Birkaç paragraf sonra şu cümleyle karşılaşıyorum: “6284; cinsiyetçi, faşist, feminist bir kanundur. Bu sebeple saadet, selamet getirmesi, kadını koruması mümkün değildir. İstatistikler ve veriler bunun korumadığını gösteriyor. Ayrımcılık yaparak kadın ve erkeği birbirine düşman ediyor. Bütün erkekleri, kocaları potansiyel bir canavar, şiddet suçlusu olarak görüyor ve gösteriyor. Tamamen bir iftirayla, beyanla milyonlarca baba psikolojik, sosyolojik yıkıma ve cinnet geçirmeye sevk edilmiştir. Anayasa’mızın 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesine aykırıdır bu kanun.”

Ağzında gevelediği sakızı nihayet çıkarıyor. Her ne kadar bir kanaate dayanan ve izaha muhtaç bir açıklama ise de özetle şunu demeye getiriyor: Madem kadın-erkek eşit, aynısı erkekler için de geçerli olsun.

Yani cinsel suç ve cinsel şiddet vakalarında delil yetersizliği durumunda başvurulan ‘kadının beyanı esastır’ ilkesine itiraz ediyor.

Tabii bunun siyonizmle, feminizmle, faşizmle ne tür bağı var, onu kurmak, artık hayal gücünüze kalıyor.

***

AK Parti’nin son on yılına bakıldığında, çok da uzağına düşmediği görülüyor Erbakan’ın.

Erdoğan, KADEM’in yeni hizmet binasının açılış töreninde konuşuyor. Konuşmasının bir yerinde, “Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun eksiktir, yarımdır,” diyor.

Hatta bir adım ileri gidip, “Çalışıyorum diye annelikten imtina eden bir kadın, aslında kadınlığını inkâr ediyor demektir.” diye de ekliyor.

Erdoğan’ın, ‘sürtük’ gibi nahoş ifadelerini saymıyorum, ama “en az üç çocuk” telkini mühim ve yukarıdaki izahıyla uyum içinde.

Ne istiyor bu zihniyet?

Kadının üretim ilişkilerinden çekilmesini… Başka bir deyişle ‘kendi kaderine hükmetme’ arzusundan vazgeçmesini…

İçlerinden biri, Özlem Zengin, tehdit dilinin tüm kadın seçmenleri rahatsız ettiğini söyledikten sonra vurguluyor: “Kadınlar bu kanuna baktıkları zaman, içindeki maddelerden bağımsız olarak, kendi hayatlarına dair özgürlük alanının daralma ihtimalinden kaygı duyuyorlar. Ben istediğim gibi eğitim alamayacak mıyım? İstediğim gibi çalışmayacak mıyım, üniversiteye gidemeyecek miyim? Bu kanuna yüklenen anlamın çok boyutlu olduğunu kamuoyunun görmesi gerektiğini düşünüyorum.”

Şimdi bir Truva atı gibi duruyor Özlem Zengin. Arzuladığı destek gelmiyor partisinden…

Gelmez de… Gelmesini beklemek, bir hayale inanmaktır. Ve hayaller, bu ülkede nadiren gerçekleşir.

Erdoğan, bıçağı bir güzel bileyledikten sonra ete dayadı ve her seferinde biraz daha derine indi. Özellikle ayrıştırdığı kitlelerin birbirinden büsbütün kopması için az bir mesafe kalmışken, kemiği bile yarılamış bıçağı yerinden çıkarması beklenemez. En ufak bir oynatmada dahi kıyametin koptuğunu görüyoruz. Çekerse, partisi çöker, kendi altında kalır.

Hata yaptığını düşünse bile bıçağı sürtmeye devam edecektir.

Öte yandan kadınların AK Parti’ye oy verme eğilimi ideolojik bir eğilim değil; bir tür taraftar temayülü. Kaybetse de, on atsa da sahiplendiği bir takımın kaptanı Erdoğan. Diğer oyuncuları azarlayıp saha dışına atsa dahi takımın adeta ta kendi o.

Bu taraftar hissiyatı zedelenmedikçe “bakanların yarısı kadın olacak”, “kadınları seçilecek bölgelerden aday göstereceğiz” gibi kalıp ifadelerle ikna edilmeleri zor. Hatta, bana göre, imkânsız…

Erdoğan, üst kurumlar üzerinden kurmuyor siyaseti. Aşağıya aşağıya çekiyor polemikleri… Bu tavrı ayrımlaşmayı artırıyor ve taraftarlık hissini kabarık tutuyor. Ona, onun silahıyla karşılık vermek anlamsız. İşaret ettiği konular üzerinden onu eleştirmek beyhude bir çaba.

“Karımı Erdoğan ile yatakta yakalasam suç karımdadır” zihniyetini silip yeniden düzenlemek, bir çırpıda, bir sihirli sözle mümkün olmaz.

Bu zihniyetle tanış, ancak henüz kemikleşmemiş bir Z Kuşağı var.

Bu zihniyetle tanış, ancak kararsız bir kadın nüfusu var.

Onların tereddütleri giderilip ikna edilebilirse beklenen oy patlaması yaşanabilir.

Aksi halde burun buruna girilir ‘final’e…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com