Bir başyapıt: The Irishman

Sadece ismiyle değil, anlattıklarıyla da çarpıcı olan kitap, Frank Sheeran’ın ölümünden altı ay sonra yayımlandı (Steerforth Press) ve kısa sürede çok satanlar listesine girdi.

KRONOS 12 Kasım 2019 SİNEMA

MAHİR DEMİR |

Suç dünyasını konu edinen kitaplar, kurgu ya da biyografi farkı gözetmeksizin, çoksatanlar listesinde her dönem kolaylıkla yer bulabilir. 15 yıl önce Amerika’da yayımlanan bir kitap ise bu kulvarda özel bir yere sahip. O tarihe kadar mafya dünyasında tetikçiler için ‘boyacı’ dendiğini kimse duymamıştı. Evlerin duvarını kanla boyayan adam! Eski savcı Charles Brandt’in yazdığı I Heard You Painted Houses (Evleri Boyadığını Duydum), 1970’lerde İtalyan mafyası adına tetikçilik yapan Frank ‘The Irisman’ Sheeran’ın anılarına dayanıyor. Kitabın adı, ünlü sendikacı Jimmy Hoffa ile Sheeran arasında geçen bir diyalogdan alıntı.

Sadece ismiyle değil, anlattıklarıyla da çarpıcı olan kitap, Frank Sheeran’ın ölümünden altı ay sonra yayımlandı (Steerforth Press) ve kısa sürede çok satanlar listesine girdi. Sheeran’ın son yıllarını geçirdiği bakımevinde Charles Brandt’e anlattıkları yenilir yutulur cinsten değil. Castro devrimi sırasında Küba’ya silah göndermekten Kennedy suikastına, Jimmy Hoffa’nın ‘kaybolmasından’ New York’taki Küçük İtalya’da işlenen bir dizi çözülememiş cinayete kadar uzanan korkunç olayları ‘aydınlatıyor’ Sheeran. Dahası, bunların birçoğunu kendisinin yaptığını söylüyor. Delaware eyaletinde 1971-1986 yılları arası savcı ve eyalet başsavcı yardımcısı olarak görev yapan Charles Brandt’in kaleme aldığı kitap, Martin Scorsese’nin The Irishman filmi vesilesiyle tekrar gündeme geldi.

Geçtiğimiz ağustos ayında gazeteci Bill Tonelli, “Irishman’ın Yalanları” başlıklı geniş bir haber-inceleme yayımladı[1]. Sheeran’ın herhangi bir kanıta dayanmayan anılarını eski savcı Brandt’in doğrulatmadan kitabına aldığını öne sürüyor Tonelli. İncelemede, dönemin mafya soruşturmalarını takip eden savcılar, polisler, FBI ajanları ve Sheeran’ın bazı arkadaşlarından görüşlerle birlikte yazılı kaynaklar da yer alıyor. Tonelli, Hoffa olayı ve mafya babası Joe Gallo’nun öldürülmesinin Sheeran’ın anlattığı gibi olamayacağını, dahası Sheeran’ın bunların faili olamayacağını dile getiriyor. Özetle Tonelli, Sheeran’ın kriminal biri olduğunu fakat mafya içinde bu kadar kritik bir konumda olmadığını, dolayısıyla bütün bunları böbürlenmek için uydurduğu iddiasında. Hatta dosyada, Philadelphia’dan eski arkadaşı John Carlyle Berkery, Sheeran için, “Anlattıklarının hepsi zırva! Frank Sheeran bir sinek bile öldürmedi.” diyor.

Kitabın yayıncısı Chip Fleischer, bir hafta sonra Bill Tonelli’nin iddialarına cevap verdi. ‘Ad hominem’ ile suçladığı gazeteciyi, Sheeran hakkındaki bazı bilgilere yazısında yer vermediği gerekçesiyle eleştirdi[2]. Fleischer’ın cevabının altında Tonelli’nin açıklamaları da var. Araştırmalı gazetecilik ilkeleri üzerinden ilerleyen seviyeli bir tartışma.

Ayrıca, Harward Hukuk Fakültesi profesörlerinden Jack Goldsmith geçtiğimiz Eylül ayında New York Review of Books’ta ‘A True Crime Story’ (Gerçek Bir Suç Hikâyesi mi?) başlıklı bir yazı kaleme aldı[3]. Goldsmith’in yazısını olduğundan daha ilgi çekici kılan, Hoffa’nın kaybolmasında adı geçen Chuckie O’Brien’ın (Scorsese’nin filminde Jesse Plemons oynuyor) üvey oğlu olması. Prof. Goldsmith, Hoffa kaybolduğunda 12 yaşındaymış.

İlgilisi için bu üç yazı, filmden önce konuyla ilgili bir fikir verebilir.

İKİ USTA HİKÂYECİ

Kitapla ilgili tartışmaları bir kenara bırakırsak, karşımızda bir sinema başyapıtı var. İki usta hikâye anlatıcısını dinliyor ve izliyoruz. Biri Martin Scorsese, diğeri Frank Sheeran. Film, geleneksel hikâye anlatımı formunda başlayıp sonuna kadar bunu koruyor. Sheeran’ın dış sesinden dinliyoruz tüm öyküyü. Filmin başında, bakımevinde son günlerini geçiren yaşlı bir adam (Frank Sheeran rolünde Robert de Niro) bizi karşısına oturtuyor ve ömrünün son elli yılını anlatıyor. Konuşurken ağzının içine baktıran, karşısındakileri ne zaman güldürüp ne zaman gereceğini iyi bilen; neredeyse aklınızı okuyan ve anlatısını buna göre ören sözlü geleneğin eski hikâye anlatıcıları gibi. Sheeran da Scorsese de o zamanların insanı. Fakat dinlediğimiz hikâye ile izlediğimiz hikâyenin anlatıcılarındaki farklılık kendini gösteriyor. Sheeran’dan dinlediğimiz geleneksel ‘köy kahvesi’ anlatısı, yönetmenin elinde bir klasiğe dönüşüyor. Sheeran’ın önemsemediği, değinip geçtiği çelişkiler, gizemler, gerilimler ya da kimi ikilemler ancak izlerken ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, dinlediğimiz öyküyü sıradanlıktan kurtaran görsel anlatıdaki ustalık baş döndürücü.

Kimi sinemaseverlerin beklediği gibi bir film değil The Irishman. Scorsese’nin önceki suç filmleri Goodfellas ve Casino’nun öncülünü/devamını ya da bir benzerini bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir. Yine mafya etrafında örgülense de başka bir perspektiften anlatılan farklı bir dünya var. Kendini tekrar eden bir yönetmen ve oyuncu kadrosu izlemiyoruz. Ya da Scorsese’nin New York Times’taki yazısında eleştirdiği franchise mantığıyla kotarılan bir iş hiç değil. Hatta rivayetler o yönde ki Joe Pesci, sırf bu endişeden dolayı rolü birkaç defa reddetmiş. Bahsi geçmişken, belki şaşırtıcı gelebilir. Fakat filmin yıldızı Joe Pesci. De Niro bazı sahnelerde çok ‘tanıdık’. Al Pacino için de benzer bir durum söz konusu. Ancak Pesci, sanki daha önce hiç görmediğimiz bakışları, mimikleri, jestleri takınmış. Sadece gözleriyle bütün sahneyi kapladığı anlar var. Rol çalmıyor elbette, yer aldığı sahneyi büyütüyor. Zaten bu kadronun birbirinden rol çalması –tenezzül etseler bile– pek kolay değil.

En kısa ifadesiyle, filmin, ‘geçip giden zamanı’ anlattığını söylemek abartı olmaz. En can alıcı sahneler kararların alındığı anlarda. Karar anlarındaki tepkiler, sessizlikler, durup düşünmeler, itiraz edişler, öfkelenmeler…. Kimi zaman, çevrenin gürültüsünden soyutlanmış bir şekilde sessiz ve derin bir gerilimle akıp giden o anların ne kadar kritik olduğunu duyumsuyorsunuz. Karar anlarındaki motivasyonlar ve onların iç-dış sebepleri, bütün bir insan ömrünü şekillendiriyor. O anların hayati önemini ise çok sonra, ancak ölüme yaklaşınca fark ediyorsunuz. Ve elinizden kayıp giden zamanı yakalayamayışın verdiği acı, yaşadığınız her tür sıkıntıdan daha ağır bir hal alıyor.

Frank Sheeran, ömrünün son günlerinde bakımevinde kalırken onu kontrole gelen hemşireye kızının küçüklük fotoğrafını gösterir. Hemşire fotoğrafa bakıp “Yanındaki kim?” diye sorar. Frank, hemşirenin Jimmy Hoffa’yı tanımamasına şaşırır. Zamanının geçtiğini idrak edemez yaşlı adam. Hâlbuki Hoffa hayat sahnesinden çekileli 25 yıl olmuştur. Artık başka zamanlardadır. Onun ömrünü verdiği şeyler ve insanlar bugün için hiçbir anlam ifade etmez. Frank’in ruhundaki büyük acının kaynağı sayılabilecek Hoffa çoktan unutulmuştur.

YAŞAMAK VE ANIMSAMAK SANCISI

Yaşamak, anımsamak ve acı duymakla ilgili çok güçlü, varoluşsal bir yanı var The Irishman’ın. Hayatın anlamı üzerine düşündürecek, incelikle işlenmiş o kadar çok durum yakalıyor ki insan ruhunun en temel, en derin duygularını, ikilemlerini ve çelişkilerini görünür kılıyor. Filmdeki dostluk, ihanet, aile, suçluluk duygusu, yüzleşme, zaman… bütün kavramlar, bu temel meselenin etrafında örgüleniyor.

Diğer taraftan, -belki de aynı sebeplerden- filmleriyle Amerikan sinemasının akış yönünü değiştirmiş, kendini sürekli yenilemiş, yaşayan büyük yönetmenlerden biri olan Scorsese, böyle bir kadrosuyla (De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel) 160 milyon dolarlık film yapıyor. Ve bu filmi sinema perdesinde izlemek neredeyse olanaksız. Geçtiğimiz yüzyıldan günümüze ışınlanmış bir başka ‘büyük’ film Roma (Yön.: Alfonso Cuaron) için de aynısı olmuştu. Sinema perdesinde değil, bilgisayar ekranında ya da televizyon ekranında izlenmişti.

Türkiye’de bağımsız sinemacıların boğuştuğu, zincir sinemalarda gösterime girememe sıkıntısını Martin Scorsese ABD’de yaşıyor. The Irishman kendi ülkesinde sadece 24 eyalette ve toplamda 64 salonda gösterime giriyor. 27 eyalette ise film hiçbir sinemaya uğramayacak. Bazı yerlerde filmi izlemek için dört saat araba kullanmanız gerekiyor. Netflix’in geçtiğimiz yıl Roma’da denediği Oscar taktiğini The Irishman için devreye sokma çabasıyla ancak bu kadar salonda yer bulabildi. Daha fazla salonda gösterilmemesinin ardında yapım ve dağıtım şirketleri ile zincir sinemaların yer aldığı, Scorsese’nin de katıldığı uzun müzakerelere dayanan bir süreç var[4].

Sürecin bileşenlerini bilsek bile bizim çaresizliğimiz olduğu yerde duruyor. Martin Scorsese’nin geçtiğimiz hafta New York Times’ta yayımlanan ‘Marvel filmleri neden sinema değil?’ başlıklı yazısı bir tür manifesto metniydi[5]. Scorsese, kendisi için sinemanın ne olduğunu şöyle anlatmıştı: “Benim için, sevmiş ve saygı duymuş olduğum sinemacılar için, benimle aşağı yukarı aynı zamanda film yapmaya başlamış arkadaşlarım için, sinema -estetik, duygusal ve ruhani- keşifle ilgiliydi. Karakterlerle ilgiliydi; insanların karmaşıklığı ve birbirine karşıt ve bazen çelişkili doğaları, birbirlerinin canını yakma ve birbirlerini sevme ve birdenbire kendileriyle yüz yüze gelme biçimleriyle ilgiliydi. Ekranda ve dramatize edip yorumladığı hayatta beklenmedik olanla yüzleşmekle ve sanatta neyin mümkün olduğuna dair algıyı genişletmekle ilgiliydi.[6] (Çeviri: Yeşim Tabak)

The Irishman, New York Times’taki manifestonun uygulamalı gösterimi. Giderek nesli tükenen ‘büyük’ filmlerin 21. yüzyıldaki akrabalarından. –Bu yılın en iyi filmi diyebileceğimiz Parazit bile bu anlamda ‘büyük’ bir film sayılmaz. Bugünün en iyileri, sinemayı sanat yapan o büyük filmler soyundan uzakta, başka bir mecrada ilerliyor.

***

27 Kasım’da Netflix’te

The Irishman’ın başlarında De Niro ile Joe Pesci’ye uygulanan dijital gençleştirme efekti seyir zevkini zorlasa da alıştıktan sonra bir tür yabancılaştırma işlevi görüyor. Üç buçuk saatlik süresi ise o klişe ifadeyle ‘su gibi’ akıyor. Fakat bir sinema seyircisi olarak, futbolcuların maçtan önce dikkat ettiği gibi, sinemaya girmeden bir – iki saat önce yemek ve asitli içecekten uzak durmakta yarar var. ‘AVM’ye gidelim, biraz dolaşır, yemeğimizi yer, sonra sinema gideriz’ denecek filmlerden değil. Tabii ki 27 Kasım’da Netflix’e düşmeden önce izleyecekler için geçerli tavsiyeler bunlar.

[1] https://slate.com/culture/2019/08/the-irishman-scorsese-netflix-movie-true-story-lies.html

[2] https://slate.com/culture/2019/08/the-irishman-book-publisher-reply-bill-tonelli.html

[3] https://www.nybooks.com/daily/2019/09/26/jimmy-hoffa-and-the-irishman-a-true-crime-story/

[4] https://www.theguardian.com/film/2019/nov/07/why-martin-scorseses-the-irishman-wont-be-coming-to-a-cinema-near-you

[5] https://www.nytimes.com/2019/11/04/opinion/martin-scorsese-marvel.html

[6] https://www.altyazi.net/haberler/scorsese-yazdi-marvel-filmleri-neden-sinema-degil/

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com