Başkasının acısına bakmak ve ‘edebiyat yapmak’

Göçmenlerle ilgili fotoğraflarıyla tanınan Lewis Hine, yıllar önce “Eğer hikâyeyi sözcüklerle anlatabilseydim, yanımda sürekli bir fotoğraf makinesi taşımaya ihtiyaç duymazdım" demişti. “Fotoğrafın dili yoktur” teziyle acının fotoğrafları üzerine yazı yazdırma fikri ters tepti. Acıyı romantize eden gazetecilik anlayışı enkaz altında kalırken, yazarlar pişman olup özür diledi…

ÖZEN EVREN 19 Şubat 2023 KÜLTÜR

Depremin yaşandığı 6 Şubat’tan beri hepimiz aynı acının ortağı, aynı sorumsuzluğun mağdurlarıyız. Bir yandan da herkes mesleki, ahlaki, vicdani sorumluluğuyla yüzleşme halinde.

Kaldı ki sosyal medya sayesinde yüzleşmekten kaçmak da pek mümkün değil. Yeni medya düzeni, duyulmayanı duyurup görülmeyeni görünür kılıyor… Kimini vezir, kimini rezil ediyor. Kimini de gösterilen yanlış refleksler yüzünden özeleştiri yapmaya mecbur bırakılıyor… Bu yazı, deprem sonrası medyanın ve yazarların tavrı üzerine…

Bütün bunları anlatmamıza neden olan “meselenin” çıkış noktasına dönersek… Evleri başına yıkılan insanlar enkaz altından seslerini duyurmak için kalan son nefeslerini tüketti. Enkaz dışındakiler de canlı bir bedeni çıkarmak için çırpındı durdu. O sırada çekilen görüntüler o kadar gerçekti ki, üstüne söz söylemeye gerek bile yoktu. Ama öyle olmadı… Felaketin acısı tüm çıplaklığı ile ortada dururken ‘acının edebiyatı’ yapıldı. Enkaz görüntüleri, eski mutlu günlerdeki fotoğraflarla, sağa sola savrulan küçük notlarla birleştirdi, üzerine müzikler döşendi. Hazırlanan dramatik görseller ve videolar sosyal medya üzerinden paylaşıldı. Duyarlılığından şüphe etmeyeceğiz bazı yazarlar da yaptılar benzer hataları… Misal; Ece Temelkuran sosyal medya hesabından, depremde yıkılan bir evin enkazında bulunan “Devir” adlı kitabının fotoğrafını paylaştı. Altına da “Bu Devir geçecek ama biz bu ayazı unutmayacağız” notunu düştü. Tepkiler sert oldu… Bunun üzerine paylaşımını kaldıran Temelkuran yaptığı açıklamayla özür diledi. “Dün gece enkazda benim kitabın fotosunu gördüm, içim yandı, paylaştım. Kusura bakmayın. Acı kafamı bulandırdı zaar. Özür dilerim” dedi. Benzer tavrı CHP’li Barış Yarkadaş gösterdi. Antakya’da bir evin enkazından “Adalet” isimli kitabı çıkan siyasetçi, paylaşımının altına, “Adalet…İnsan ne diyeceğini bilemiyor… Adalet hep enkazın altında zaten…” diye yazdı…

Ama asıl sorunlu davranış haftalık gazete Oksijen’den geldi. Gazete, depremde çekilen fotoğrafları yorumlayıp söze dökmeleri için edebiyatçılardan yazı istedi. Twitter’dan yapılan tanıtımda, “Fotoğrafların dili yoktur, konuşmazlar. Ama istedik ki bu kez sesleri duyulsun. Sözü işin üstatlarına bıraktık. Depreme dair en çarpıcı kareleri Ayfer Tunç, Buket Uzuner, Tuna Kiremitçi, Aslı Perker, Nedim Gürsel, İsmail Güzelsoy, ve Seray Şahiner kaleme aldı” ifadeleri kullanıldı.

Birinci sayfaya taşınan bu dosya ve tanıtım, sosyal medyada tepki topladı. Gazete için yazı kaleme alan yazarlardan peş peşe özür açıklaması geldi. Ayfer Tunç, “Gazete Oksijen’in talebinin bu derin acıya karşı “umut” olacağını sandığım için kendimi asla affetmeyeceğim. Haklısınız. Acı aklımı uyuşturmuş olmalı. Sözüm yok.” dedi.

Tuna Kiremitçi ise “Yazarların duygu ve düşüncelerini yazması sorun değil. Herkes yazıyor sonuçta. Ama bu sunumda kullanılan pazarlama dili çok itici olmuş. Gazetenin hem okurlardan hem de zor duruma düşürdüğü yazarlardan özür dilemesi gerekir” değerlendirmesinde bulundu.

İsmail Güzelsoy; “Birlikte olduğum insanın Maraş’taki evleri çöktü. Bu acının içindeyken, bir ağıt yazdım kendimce. Dışarıdan, üstten, öteden bakan değil, aynaya bakan birinin sözleriydi onlar. Kırdığım herkesten içtenlikle özür dilerim” dedi.

Buket Uzuner de sosyal medya hesabından özür dileyerek, “İçinde bulunduğumuz büyük acı, çaresizlik ve öfke duygularını ifade etmek niyetiyle, depremde çekilmiş bir fotoğrafa alt yazı yazmayı kabul ettim. İyi niyetin mazeret olmadığını bilen birisi olarak, yapmasaydım çok iyi olurmuş, içtenlikle özür dilerim” diye yazdı.

Bu kadar tepki ve açıklamanın ardından Oksijen yönetimi de özür diledi. Yapılan açıklamada, “Kullandığımız anonslarda bazı sorunlu ifadeler bulunduğunu kabul ediyor ve bunun için özür diliyoruz. Ancak buradan hareketle ‘Oksijen’in acıdan nemalanmaya çalıştığına’ yönelik eleştirileri hak etmediğimizi düşünüyoruz” denildi.

PANSUMAN MI, YARA MI?

Oksijen’in mutfağından çıkan bu proje bir de istifa getirdi. Çünkü Oksijen’in tepki çeken tek dosyası bu değildi. ‘Yaralı ruhlarımıza pansuman niyetine’ başlığıyla yayımladıkları yazıda, depremden psikolojik olarak etkilenenlere ‘rahatlayacakları’ filmler, kitaplar ve podcastler önerildi. ‘Asla pes etme temalı filmler’ yazısını yazan Mehmet Dinler, tepkilerin ardından Instagram hesabından yaptığı paylaşımla Oksijen’den istifa ettiğini duyurdu.

Hazırladığı içeriğin savunulacak bir tarafı olmadığını söyleyen Dinler özür diledi. Kimsenin acısından nemalanmak gibi bir niyetinin olmadığının altını çizen Dinler, “İki senedir yazdığım Gazete Oksijen’den bugün itibariyle ayrıldığımı belirtmek istiyorum. Gazetenin iç sayfalarında hazırladığım içeriğin benim için savunulacak bir tarafı olmaması bir yana duyuru metninde yansıtılış biçimiyle de bir alakam olmadığını söylemek istiyorum. Ancak bu da benim tarafımda bir bahane değil. Günlerdir enkaz altındaki yakınlarının canıyla uğraşan, yardım toplamak için canla başla çalışan, yaşanan felakete üzülen kimsenin acısından nemalanmak gibi bir amacım olmadığını, bu biçimde anlayan herkesten de özür dilediğimi bilmenizi isterim” dedi.

“MEDYANIN ENKAZI”

Aslında benzer bir fotoğraf öyküsünü yıllar önce Irak Savaşı’nda Vatan Gazetesi yapmıştı. Saddam Hüseyin rejimine son veren ABD’nin askeri harekatının ardından Vatan gazetesi muhabiri Burak Kara savaşa objektifiyle tanıklık etmişti. Gazete, Bağdat’ta bombardıman başladığı andan itibaren Kara’nın çektiği fotoğraflarla özel bir ek çıkarmıştı. Ses getiren sembolik fotoğrafların metinlerini de Nobelli Orhan Pamuk kaleme almıştı.  Ancak herhangi bir tepki ya da eleştiri gelmemişti. O dönem Vatan’ın başında sonradan Oksijen’i çıkaran isimler vardı. Kim bilir belki de Bağdat Savaşı’nda yaptıkları işin benzerini, bu kez depremde yapmak istemişlerdi. Ancak umdukları olmadı. Acının romantize edilmesi itirazlara neden oldu.

Yazar Tayfun Atay, tepkisini şu sözlerle dile getirdi; “Baudrillard’ın medyanın toksik yönüne ilişkin hayli ağır eleştiri yüklü kitabının başlığı Ölümcül Stratejiler bile aşağıda olanı açıklamaya yeter ama esas kitaptaki şu ifade bize bu yapılanın ne olduğunu anlama imkanı verir: ‘Medya, haberin müstehcenlik-ahlaksızlık aşamasıdır.’ Enkazın medyası, medyanın enkazı…”

“ACILARI TRAVMATİZE ETMEK”

Yapılan gazetecilikten (!) sonra gözler elbette Medya Ombudsmanı Faruk Bildirici’ye çevrildi. Bildirici 13 Şubat tarihli “Acıları travmatize etmeyelim” başlıklı yazısında şu görüşlere yer verdi;

“Aslında deprem felaketiyle ilgili edebi yazılar yazılmasında, edebiyatçıların depremi sembolize eden fotoğrafları yorumlamalarında sakınca yok. Elbette yapılabilir. Ancak büyük, çok büyük bir yara var orta yerde, henüz açık ve kanıyor. Yara kanarken böylesine duygusallık dozu yüksek edebi yazılar, acıyı daha da travmatize edebilir. Nitekim insanların tepkileri de böyle bir etki yarattığını gösteriyor. Çok erken, çok zamansız olmuş edebiyatçılara deprem fotoğraflarına romantik satırlar döşetmek.

Önemli bir sorun da bu yazılara “fotoğrafların dili olmadığı” gerekçesiyle ihtiyaç duyulduğunun ifade edilmesi. Bu sav çok yanlış. O fotoğrafların dili olmasa bu kadar etkili olmazdı. Üstelik de seçilen fotoğraflar, büyük felaketi küçücük bir karenin içinden yansıtan, binlerce sözcükten daha etkili konuşan fotoğraflar. İnanın bugün yazılanların çoğu unutulacak ama o fotoğraflar, yaşadığımız felaketin acısını gelecek kuşaklara anlatmaya devam edecek.

İkincisi de gazete ve sosyal medyadaki sunumun empatiden uzak üslubu. Tuna Kiremitçi’nin de dediği gibi, “Pazarlamacı dil çok itici olmuş. Zaten tepki gösterenlerin de neredeyse tamamı gazetedeki, yazıları okumadan görmeden bu paylaşıma dayanarak tepki gösteriyor.”

ACININ PORNOGRAFİSİ…

Oksijen gazetesinin depremi romantize ederek görmesi tartışmaları da beraberinde getirdi… Susan Sontag, “Fotoğraf ağıtlı bir sanattır, bir bakıma alacakaranlık sanatı” derken, ağıta ağıt yakılır mı? Gözün gördüğünü, başka bir dilin tercüme etmesine gerek var mı? Travma yaratan böylesi bir felakette duygusal etkiyi artırma girişimi etik mi? Başkasının acısını romantize etmek yarayı kapatır mı, kanatır mı?

Benzer bir soru şair Şürkü Erbaş’dan geldi; “Yarayı mı kanatıyoruz, katlanma gücü mü veriyor yazdıklarımız, bilemez oldum. Ama paylaşmazsam soluk alamıyorum” dedi.

Gazete Oksijen, “Fotoğrafların dili yoktur” teziyle yola çıkmış olsa da göçmenlerle ilgili fotoğraflarıyla tanınan Lewis Hine, bu savı yıllar önce çürütmüştü. “Eğer hikâyeyi sözcüklerle anlatabilseydim, yanımda sürekli bir fotoğraf makinesi taşımaya ihtiyaç duymazdım” demişti. Alman Fotoğraf tarihçisi Helmut Gernsheim’e göre ise “Fotoğraf, dünyanın her köşesinde anlaşılan tek ‘dil”di.

KURBANLARI SANAT ESERİNE DÖNÜŞTÜRMEK

Alman toplum bilimci ve felsefeci Adorno, 1949 yılında, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Yıllar sonra 1962 tarihli bir makalesinde bu argümanını açmış, sanatçının kurbanları sanat eserine dönüştürme ve bu şekilde yaşadıklarının dehşetini azaltma potansiyelinden şu sözlerle bahsetmişti; “Silah dipçikleriyle dövülenlerin çıplak fiziksel acılarını sözde sanatsal kılmak (…) bundan çıkarılabilecek haz potansiyelini barındırır. Estetik üsluplaştırma ilkesi aracılığıyla kurbanların hayal edilemez kaderi, bir anlama sahipmiş gibi görünür, yüceltilir; dehşet yumuşatılır ve tek başına bu, kurbanlara karşı büyük bir adaletsizliktir.”

Bu konunun otoritesi ise Amerikalı yazar ve eleştirmen Susan Sontag ise “Fotoğraf Üzerine” kitabında şöyle diyor; “Musibetlere bağışık olma duygusu, acı veren resimlere bakma ilgisi uyandırır ve onlara bakmak da bu musibetlerden uzak kalmış olma duygusunu hissettirip pekiştirir. Bu duygunun kökü, kısmen, ‘orada’ değil ‘burada’ olmakta yatar.”

Sontag; “Başkasının Acısına Bakmak” kitabında; “Fotoğrafın anlamını belirleyen şey fotoğrafçının niyeti değildir. Fotoğrafın da kendi kariyeri vardır ve bu kariyer bazen, ondan faydalanan farklı kesimlerin arzu ve sadakatlerine göre seyredebilir pekâlâ” yorumunu yapıyor.

Sontag, acının pornografisine yönelik olarak da şu değerlendirmeyi yapıyor; “Çekici bir bedenin zedelenmesi, parçalanması ya da bozulmasını sergileyen bütün görüntüler –belli bir dereceye kadar- pornografiktir. Fakat tiksindirici görüntüler de pekâlâ akıl çelici olabilir. Tüyler ürpertici bir araba kazasının yanında, akıp giden bir otoyol trafiğini yavaşlatan etkenin sadece merak olmadığını herkes bilir. Birçok insan için, ıstırap verici bir şey görme isteğinin çekiciliği de aynı derecede kuvvetli bir etkendir. Böylesi istekleri marazi diye adlandırmak ender rastlanan bir sapkınlık eğilimini akla getirmekte (gerçi böyle manzaraları çekici bulanların sayısı da oldukça fazladır ve insanın içini sürekli ezen bir etki yapmaktadır.”

2003 Frankfurt Barış Ödülü’ne değer görülen Sontag, ödül törenindeki konuşmasında “Yaşadıklarımızdan ders çıkarmayı bilemezsek nasıl insanlar oluruz?” diye sormuştu. Yaşadığımız bu felaketten almamız gereken dersleri alıp almadığımızı ise yine zaman gösterecek…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram