Babasız çocuklar uzayı

James Gray’in yönettiği Ad Astra’da olaylar, uzay turizminin somutlaştığı yakın bir gelecekte geçiyor.

KRONOS 24 Eylül 2019 SİNEMA

Galiba biz, babacığım, birbirimizi hep böyle anlamadan sevdik.

(Babama Mektup, Oğuz Atay)

MAHİR DEMİR |

Ad Astra, bir yönüyle cesur bile sayılabilir. Yeni bir şey söylediğinden değil. Art arda önümüze gelen star odaklı uzay filmlerinin (Yerçekimi, Marslı, Interstellar, First Man…) bir benzerini, hemen hemen hiçbir görsel/tematik yenilik getirmeden tekrar etmek cesaret işi doğrusu. Belki de bu sebepten, aynı zamanda yapımcı da olduğu filmde bütün yük başroldeki Brad Pitt’in omuzlarında.

Ad Astra, kendini blockbuster sınıfındaki Armageddon vb. uzay filmlerinden uzak tutmaya çalışıyor. Bunun için felsefi bir derinlik gerektiğinin de farkında. Ne var ki varoluşun ve bilimkurgunun geniş külliyatına sığınma şansı varken elindeki tek sermayeyi -Brad Pitt- melankoliye harcamayı tercih ediyor. Bu yönüyle First Man’in ardılı sayılabilir.

James Gray’in yönettiği Ad Astra’da olaylar, uzay turizminin somutlaştığı yakın bir gelecekte geçiyor. İnsanlar, Richard Branson’ın sahibi olduğu Virgin Airlines’ın roketine binip Subway’in Ay şubesinde sandviç yiyebiliyor. Interstellar’da uzayda koloni kuran Amerikalıların beysbol oynaması gibi. Büyük rahatlık. Kim olduğunu bilmediğimiz birtakım kötü adamlar ise dünyada yaptıkları gibi Ay’da da korsanlığa devam ediyor.

Öykünün merkezindeki Roy McBride (Brad Pitt), babasız büyüyen bir astronot. Babası yanındayken bile babasızlığı hissetmiş. 29 yıl önce Neptün’e doğru çıktığı uzay görevinden dönmeyen Cliff McBride’ın (Tommy Lee Jones) yaşadığına dair alâmetler belirince onunla iletişime geçmesi için oğlu Roy görevlendirilir.

Film, bütün enerjisini baba-oğul meselesine sarf ediyor. Bununla bağlantılı olarak anlatının iskeletinde mitolojik referanslar var. Lafını ağzında geveleyip bir şey söylemediği halde, seyirciyi içine çeken opera (uzay operası) etkisi bu yüzden. Mitolojik referansta biraz durmak gerek. Malum, Güneş’e en uzak gezegen Neptün, adını Roma mitolojisindeki deniz ve deprem tanrısından alır. Kronos’un oğlu, Hades ile birlikte Zeus’un kardeşi. Yunan mitolojisindeki karşılığı Poseidon. Cliff McBride, uzayda başka bir yaşamın varlığını araştırmak için Neptün’e gönderilmiştir. Oradaki uzay üssünden yayılan kozmik enerji akımı yıllar sonra oğul Roy’un çalıştığı uzay üssünü yıkacaktır –Amerika’dan bakınca filmin açılışında, iki kulenin üzerinde yükselen, bir ucu uzaya yakın dev üssün yıkılışı 11 Eylül efekti olarak tasarlanmış denebilir. Mitolojideki Neptün’den hareketle, baba-oğul ilişkisinde Tanrı-oğul göndermesi hissediliyor. Babasının öldüğünü düşünen (Tanrı’nın varlığını unutmuş/reddetmiş oğul) Roy, onun hayatta olma ihtimali ortaya çıkınca inanmak ister. Babasını bulmak (Tanrı’ya ulaşmak) için yaptığı uzun ve zorlu yolculuğun sonu beklediği gibi olmaz. Aralarındaki konuşmada ona olan inancı gidip gelecektir. Nihayetinde –mitolojide olduğu gibi– babası (Tanrı) onu yalnız bırakacak ve bir başına dünyaya gönderecektir.

ODESSA’DAN KARANLIĞIN YÜREĞİ’NE

Ad Astra, 40. yıldönümü anısına son kez kurgulanmış haliyle geçen ay yeniden gösterime giren Apocalypse Now’a benzerliğiyle de dikkat çekiyor. Mesleğinin yan etkilerinden dolayı sevdiği kadının terk ettiği bir adam, kimsenin bilmediği bir yerde –bir efsane gibi- yaşayan ve delirdiği düşünülen, dolayısıyla da tehlikeli birine dönüşen, kendilerinden birini bulmak için görevlendirilir. Yoldaki her durakta bir çatışma, kayıp ve dönüşüm yaşanır –Coppola’nın filmindeki kaplan saldırısının benzeri bu kez bir maymundan gelir; uzay çalışmalarında kobay olarak kullanılan hayvanların intikamı. Apocalypse Now’un Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği romanına dayandığı, anlatısını ise Homeros’un Odesa’sı üzerinden şekillendirdiği düşünülünce mitolojik etki tamamlanıyor. Öyle ki Ad Astra’da babasını arayan Roy, Odesa’nın Telemak’ından başkası değildir.

James Gray ve Brad Pitt

Senaryoyu da yazan James Gray, baba-oğul motifinin üzerine giderken daha esaslı bir meseleyi gözden kaçırıyor. Belki de tüm çabasına rağmen öyküye yedirmeyi başaramıyor: Uzay/bilimkurgu filmlerine sınıf atlattıran varoluş sancısı. Aksi halde bilimkurgu, çok eskiden –Kubrick’in Space Odyssey’sinden önce– olduğu gibi eğlencelik bir oyun hamuru formuna indirgenebilir. Apocalypse Now iskeletinden devam edersek, Coppola’nın filmi sadece savaş karşıtlığı ve savaşın açtığı yaralar üzerine bir film değildi. Hikâyenin ağırlık noktasında James G. Frazer’ın Altın Dal kitabı yatmakta. Darwin ile Freud’un çalışmaları kadar metodolojik ve bilimsel olmadığı için –belki de resimli bir derleme gibi görüldüğünden– uzun süre çocuk kitabı olarak değerlendirilse de Altın Dal, antropolojinin ilk atası konumunda. Dinin ve Folklorün Kökleri alt başlıklı kitap, sadece Albay Kurtz’ü (Marlon Brando) ve etrafında oluşturduğu kültü anlamayı sağlamaz, aynı zamanda bu durumu varoluşsal bir zemine oturtur. Bu zemin, Yüzbaşı Willard’ın (Martin Sheen) dönüşümünü ve filmde ayrıksı bir parça gibi duran Fransız kolonisi bölümünü anlamayı da kolaylaştırır.

Ad Astra’nın baba-oğul meselesine melankolik yaklaşımı bizi First Man’e götürüyor. Damien Chazelle’in filminde, ölen kızının yasını tutan bir astronotu (Neil Armstrong rolünde Ryan Gosling) izlemiştik. Ay’a ilk ayak basma hikâyesini yas sürecinin parçası olarak ele almıştı Chazelle. Ve bu süreç, küçük kızın bilekliğinin babası tarafından Ay’daki bir kratere bırakılması ile sona ermişti. Ad Astra’da, babasını uzayın derinliklerinde yitirdiği düşüncesiyle 29 yıl yaşayan bir astronotun yas sürecinin bitişini görüyoruz.

Bir başka açıdan, Ad Astra’nın Roy McBride’ı, Interstellar’ın Murph’ünü (Jessica Chastain) andırıyor. Henüz 10 yaşındayken babasını yıldızlar ötesi bir yolculuğa uğurlayan Murph, ona ancak 23 yıl sonra bir uzay kolonisinde kavuşacaktır –Roy da babasını son gördüğünde 16 yaşındadır. Ad Astra’da babasına ulaşması için Roy’a yardım eden Helen’ın (Ruth Negga) da babasız büyümüş olması tesadüf değil. Dolayısıyla Interstellar’da babanın gözünden izlediğimiz öykü bu kez evladın gözünden geliyor önümüze. Tabii yine babaların fedakârlığı vurgusu eşliğinde. Bir farkla: Bu kez baba deliliğin sınırlarında gezinmekte.

EVDEN UZAKTA BÜYÜYEN ERKEKLER

Cliff McBride’ın Neptün’deki durumu, Oğuz Atay’ın, babasının ölümünden iki yıl sonra kaleme aldığı mektupta söylediği gibi: “Senin işin bir bakıma kolaydı babacığım. Birçok şeyi yok sayarak belirli bir düzen içinde yaşadın.” Oğlu Roy ile diyaloğundan anlıyoruz ki Cliff, evinde yani dünyadayken de böyledir. Şimdi ise uzayı evi gibi görüyor. Evden uzakta büyüyen erkeklerden Cliff. Fakat öyle düşündüğümüz gibi varoluşsal bir sancı değil ondaki. Olsa olsa mesleki deformasyon. Hayatta işini/mesleğini öncelediği için ailesiyle sağlıklı bir ilişki kuramayan babalardan. Benzer bir süreci henüz yaşamakta olan Roy, belki de bu yüzden babasından şikâyetçi değil. O da çoğu erkek gibi, olmak istemediği, benzemekten korktuğu babasına dönüşmek üzeredir. Bir taraftan onu anlayarak, ona şefkatle yaklaşarak; diğer taraftan ondan uzakta büyümeye çalışarak. Ahlat Ağacı’nın baba-oğulu Sinan (Doğu Demirkol) ile İdris’i (Murat Cemcir) anımsayalım.

Biraz şefkatle yaklaşınca Ad Astra’nın kayda değer tek felsefi –derinlikli sayılabilecek– yanı, baba-oğul bahsinde uzayı bir metafor gibi konumlandırması. Başka bir deyişle, burada baba, uzay gibi. Sonsuz bir karanlık; öğretici, korkutucu, hayranlık uyandırıcı, bezdirici… Yenmek için savaştığın, keşfettikçe hayran olduğun, anlamadıkça nefret ettiğin uçsuz bucaksız boşluk. Ve kaçınılmaz bir şekilde içinde kaybolduğun; ışığıyla, karanlığıyla, tortusu ve tozuyla istemeden ona dönüştüğün bir karanlık. Belki bir kara delik.

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com