1 Mayıs: Çok çalışmaktan yorulduk; yaşamak için para, düşünmek için zaman yok

İçinde bulunduğu dönemi etkileyen ve ondan etkilenen işçi hareketleri Türkiye’de de derslerle dolu pek çok dönemeç ve köklü bir mücadele geleneği barındırıyor. Munzur Pekgüleç, Kronos’a anlattı: Baskının panzehri baskıya karşı direniştir, mücadeledir, karşı durmaktır. Eğer emekten ve ezilenden yana sömürüye karşı bir cephe örgütlenemezse karanlık daha da derinleşecektir.

ÖZLEM ERGUN 01 Mayıs 2023 SÖYLEŞİ

Munzur Pekgüleç

8 saatlik işgünü mücadelesinin ortaya çıkardığı 1886 yılında Amerika’daki ilk 1 Mayıs’a yarım milyon işçi katıldı. Temel sloganı “8 saat çalışma, 8 saat dinlenme 8 saat canımız ne isterse” olan Amerikan işçi sınıfı şöyle diyordu: “Çok çalışmaktan yorulduk/ Yaşamaya yetecek kadar para/Düşünmeye ise zaman yok/ Güneş ışığını hissetmek istiyoruz/Çiçekleri koklamak istiyoruz/ Tanrının bunu istediğinden eminiz/ Ve sekiz saati alacağız!”

Bundan yaklaşık 1,5 yüzyıl önce başlayan işçilerin mücadelesi  ‘8 saat mesai’yi kanun kitaplarına yazdırdı yazdırmasına da uygulamanın her zaman öyle olmadığını biliyoruz. Aradan geçen 1,5 asra rağmen…

AKP’nin emek rejimi sendikasızlaştırmadan yasaklanan grevlere, iş cinayetlerinden baskılanan ücretlere, çalınmış sosyal ve özlük haklardan, bitmek bilmez mesai saatlerine kadar her biri ayrı yazının konusu olabilecek kadar geniş bir skalada seyrediyor.

Tam bir işçi cehennemi demenin fazla olmayacağı Türkiye’de çalışanlara yönelmiş saldırıları AKP ile başlatmak ne kadar gerçek değilse, ondan sonra biteceğini söylemek de o kadar imkânsız. İçinde bulunduğu dönemi etkileyen ve ondan etkilenen işçi hareketleri Türkiye’de de derslerle dolu pek çok dönemeç ve köklü bir mücadele geleneği barındırıyor. 1 Mayıs vesilesiyle bu geleneğin kimi milatlarını hatırlayalım, bugünle bağlarını kurmaya çalışalım istedik.

“Çünkü her şey birbiriyle bağlantılı, hiçbir şey birbirinden ayrı değil” diyen 70’ler den bir ileri işçiyle konuştuk. 12 Eylül öncesinde ve sonrasında sendikal örgütlenmede de görev alan Munzur Pekgüleç, Deri-İş’teki yöneticiliği ve Hava-İş’deki örgütlenme uzmanlığı boyunca da bu tarihin tanık ve aktörlerinden biri oldu.

Sözü, “AKP, 20 yıllık iktidarı boyunca sermayeye dikensiz gül bahçesi bahşetmek için elinden geleni ardına koymadı. Hatırlarsak AKP, 12 Eylül Anayasası’nı değiştireceği iddiasıyla koltuğa oturmuştu. Ancak 12 Eylül’ün faşist anayasası bugün halen eksiksiz ve hatta üstüne konarak sürdürülüyor” diyen Pekgüleç’e bırakıyoruz.

15-16 HAZİRAN HÜKÜMETE GERİ ADIM ATTIRDI 

12 Eylül askeri darbesine gelene kadar 70’li yıllar boyunca yükselmiş işçi hareketinde çalışma yaşamının bugünkü kazanımlarının temellerinin atıldığı dönemeçler o yılların neresine rastlar? 

71 ile 79 yılları arası Türkiye’de işçi sınıfının yükselişe geçtiği dönemler. O zamanki siyasi iktidar, işçilerin kazanımlarının önüne geçmek için Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kapatılmasının önünü açan bir karara imza attı. 15-16 Haziran, işçilerin örgütlerine yönelen saldırıya itiraz olarak ortaya çıktı. İşçilerin 3 gün süren eylemleri hem hükümete geri adım attırdı, hem de DİSK’in kapatılmasının önüne geçti.

15-16 Haziran’a gelene kadar Türkiye’de işçi sınıfının feodal ve güçsüz olduğu tam da bu sebeplerle tarih sahnesine çıkamayacağı şeklinde tartışmalar vardı.  15-16 Haziran Türkiye’de işçilerin tarih sahnesine sınıf olarak çıktığının en önemli ispatlarından biridir ve sınıfının varlığı ile yokluğu arasında süren tartışmaya da son noktayı koymuştur.

Ayrıca işçilerin sendikalara bakışındaki bulanıklığı ortadan kaldıran en önemli süreçlerden biridir. O yüzden 15-16 Haziran Türkiye’de sarı sendikalar ile bürokratik sendikaların kitle sendikacılığından ayrıştığı bir döneme de tekabül ediyor.

İşçilerin bu kalkışması, sosyal/özlük ve ekonomik haklar açısından ciddi kazanımlar anlamına gelirken, yanı sıra 79’lara kadar DGM’ye karşı mücadele etmek gibi siyasi varlık göstermenin de zemini oldu.

DİSK, o dönem devrimci ve sınıf sendikacılığı açısından oldukça aktif rol aldı. Ve bu 79’a kadar sürebildi.

12 EYLÜL GELİYOR: İŞÇİ HAREKETİNE BÜYÜK DARBE

12 Eylül’ün hemen öncesinde parlamento toplumu yönetmekten aciz hale gelmişti. ‘Sağ-sol çatışmaları’ diye adlandırılan ve farklı siyasi grupların karşı karşıya geldiği bir dönemdi ve parlamento tam 9 ay boyunca cumhurbaşkanı seçememişti.

Sonrasında bu toplumsal zemin, 12 Eylül’ü yapanların darbeyi açıklamak için kullandıkları/öne sürdükleri gerekçe oldu. ‘Sağ-sol çatışmaları’ bahane edilerek işçi sınıfının yükselen mücadelesine en büyük darbe vurulmuş oldu.

Esas sebep neydi peki?

Sermayenin sömürü sisteminde yaşadığı sorunlardı. Hakların gasp edilmesi ve işçilerin örgütsüz bırakılabilmesi için darbeden başka çıkar yol kalmamıştı. 79’da Demirel döneminde çıkarılan ve 12 Eylül sonrasında Özal’ın hayata geçirdiği IMF’nin Türkiye’ye dayattığı 24 Ocak Ekonomik Kararları var.  O zamana kadar ülkede, IMF’nin bu karalarını hayata geçirebilecek bir zemin yoktu. Yönetenler açısından darbe, sermayeye sınırsız olanaklar tanıyan 24 Ocak Kararları’nın uygulanabilmesi için kaçınılmaz hale geldi.

12 EYLÜL, 24 OCAK KARARLARI’NI HAYATA GEÇİRİYOR: SERMAYEYE SINIRSIZ OLANAKLAR 

24 Ocak Kararları işçiler ve toplum açısından ne anlama geliyordu?

Amaç, işçilerin ekonomik kazanımlarını ciddi biçimde tırpanlamaktı. Kayıtdışı çalışmayı meşrulaştırmak, örgütlenmeleri tasfiye etmek diye özetlemek mümkün.

12 Eylül’e kadar 6 maaşa kadar ikramiye alınabilirdi, yılda 1 ay izin hakkı vardı mesela. Sonra erzak yardımları, kışın yakacak yardımı, askerlik ve çocuk yardımları gibi haklar söz konusuydu. Önce bunlar ücrete tabi tutuldu sonra da yok edildi. Sonra işçilerin en önemli güvencesi olan kıdem tazminata ciddi darbe vurdular. O zamana kadar çalıştıkları gün sayısının son aldıkları brüt ücretle çarpımına tekabül eden kıdem tazminatına, o zamandan sonra tavan ücret sınırlaması getirilerek tırpanladılar.

Bu tazminatla o günün koşullarında bir ev almak ya da başka olanaklar elde etmek mümkündü. Şimdi değil ev, bir evin balkonunu bile almak imkânsız.

Darbeden sonra ilk yaptıkları şey grevleri yasaklamak, sendikal örgütlülükleri tasfiye etmek oldu. Hak-iş ve Türkiye Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) gibi gerici düzen içi sendikalar dahi kapatıldı.

12 Eylül’e gelene kadar işçilerin elde ettiği bahsettiğiniz kazanımlar neyle ve nasıl mümkün olabilmişti peki?

Örgütlülükle. 1970’ler dünyada ve Türkiye’de toplumsal hareketlerin yükseldiği, ivme kazandığı bir dönem. Üniversite gençliği de, işçiler ve köylüler dâhil tüm bir toplum kendini ortaya koyup, taleplerini ifade edebiliyordu. Darbeyi çağıran da yönetenlerin kendilerine ve çıkarlarına tehdit olarak gördüğü toplumdaki bu bilinç yükselişi ve onun pratiğiydi. O zamana kadar toplumda güçlü bir örgütlülük vardı çünkü.

SINIF SENDİKACILIĞI TERK EDİLİYOR

Geriletilmiş işçi hareketinde bürokratik sendikacılık/sarı sendikacılık ne tür bir rol oynadı/oynuyor?

12 Eylül’ün ardından yeniden açılan sendikalar o zamana kadar yürüttükleri sınıf sendikacılığını terk ederek, ‘sorumlu sendikacılık’ denen bir anlayışı benimsediler. Demirel gibi sermayenin has adamına methiyeler düzen sendikalara şahit olduk. Sermaye karşısında işçi sınıfının çıkarlarını açıkça savunabilen bir pozisyonda olmadılar. Burada çok ilginç bir şeyi söylemek gerekiyor. Çok uzun yıllar boyunca devletin Hazine Bakanlığı TÜRK-İŞ’e mali destekte bulunmuştur. TÜRK-İŞ’in devletin güdümünde ve kontrolünde olduğunun bundan daha iyi bir ispatı olamaz herhalde.

Bugün sendikalar gerçek işlevlerini yerine getirmekten çok uzak. En baskıcı koşullarda bile, 12 Eylül darbesinin hemen ardından 83 ‘de bile birçok sektörde ciddi eylemler örgütlenebilirken, bugün böyle bir şey söz konusu bile değil. Oysa baskının panzehri baskıya karşı direniştir, mücadeledir, karşı durmaktır. Tersi durumda baskının altında ezilmekten başka seçenek kalmaz.

HAVA DA, SU DA, EKMEK DE SİYASİ

TÜRK-İŞ’in hâkim söylemi de şöyledir mesela. Der ki, “Biz siyaset üstü sendikacılık yapacağız.” Ne demekse… Oysa biz biliyoruz ki, kapitalist sistemde hava da, su da, ekmek de, yaşamın tümü de siyasete bağlıdır. Siyasetten bağımsız hak elde edebilmek ne olanaklıdır, ne de imkân dâhilindedir.

Sendikacılığın siyaset üstü olması gerektiğini vaaz eden anlayışın kastı nedir peki?

Burada şöyle bir paradoks var. TÜRK-İŞ yöneticileri hemen her dönem sağ veya sosyal demokrat partilerden siyasete girmiş ve milletvekili olmuşlardır. Bunlar, işçilere ‘siyaset üstü olun’ diyen sendika yöneticisi zatlardır. İşçilere siyasal düşünmemeleri sadece ekmekle ilgili olmaları salık verilirken, ekmeğin de ne kadar siyasi olduğunu gizleyen yöneticilerdir bunlar.

ÖZAL HÜKÜMETİ GİDİYOR: ÇANKAYA’NIN ŞİŞMANI, İŞÇİ DÜŞMANI 

91’in 3 Ocak günü işçiler ve ailelerinden oluşan 100 bin kişi Ankara’ya doğru yola çıktığında, 12 Eylül’ün ardından 1983’ten 1991’e kadar tek başına iktidarda kalabilmiş Özal/ANAP hükümeti için de sonun başlangıcı olacaktı. Türkiye’de işçi mücadelesinin siyasi iktidarı gerilettiği yakın tarihin en önemli örneklerinden biri Zonguldak Büyük Madenci Yürüyüşü herhalde.

Özal’a kadar kamu teşebbüslerinde çalışan işçiler ağırlıklı olarak kendilerini sağ zeminde ifade ediyorlardı. Özal döneminde ise özelleştirme kaynaklı uygulamalar ve hak kayıplarından sonra işçilerin siyasi iktidara itirazları gündeme geldi.

İşçiler, Özal’a karşı toplumu sokağa çıkmaya çağıran direnişler örgütlemeye başladılar. Ücretli emek açısından bıçak kemiğe dayanmıştı. Özal’ı götüren de esas olarak işçilerin bu eylemleri oldu. Zonguldak Madenci Yürüyüşü’ndeki  ‘Çankaya’nın şişmanı işçi düşmanı’ sloganı Özal’ın emek cephesinde denk düştüğü yeri billurlaştırmış oldu.

AKP, SERMAYEYE DİKENSİZ GÜL BAHÇESİ BAHŞETTİ

AKP dönemi de kazanılmış hakların da topyekün erozyona uğratıldığı, büyük oranda geriletildiği bir dönem olarak anılacak. AKP’nin çalışma yaşamında inşa ettiği bu otoriter emek rejimiyle işçilere çıkardığı faturanın boyutları aslında tüm bir topluma ne söylüyor?

Her şey birbiriyle bağlantılı, hiçbir şey birbirinden ayrı değil çünkü. Yoksulluğun baskının, ırkçılığın, milliyetçiliğin tavan yaptığı biri dönemden geçiyoruz.

AKP, 20 yıllık iktidarı boyunca sermayeye dikensiz gül bahçesi bahşetmek için elinden geleni ardına koymadı. Her türlü, şiddeti, baskıyı, otoriterliği uyguladı. Hatırlarsak AKP, 12 Eylül Anayasası’nı değiştireceği iddiasıyla koltuğa oturmuştu. Ancak 12 Eylül’ün faşist anayasası bugün halen eksiksiz ve hatta üstüne konarak sürdürülüyor. Bugün insanlar ne düşündüğünü bile söyleyemez hale getirildi. Adalet ve hukuk kavramları toptan tasfiye edilmiş durumda. Bugün geçmişin tüm sağ iktidarlarına rahmet okuturcasına devletin tüm kurumları çürütülmüş, yozlaştırılmış durumda. Devlet, mafya ve siyasetin iç içe girdiği bir dönemden geçiyoruz.

Bunun panzehri tüm bunların karşısında durabilecek alternatif bir cephenin inşa edilebilmesi. Eğer emekten ve ezilenden yana sömürüye karşı bir cephe örgütlenemez ise karanlık daha da derinleşecektir.

Türkiye’de AKP’yle sınırlı bir sermaye egemenliğinden söz etmek doğru değil. 47’den sonra sınıf esaslı sendikaların kurulmasına da olanak tanıyan reformcu gibi görünen bir anlayış söz konusu oldu ancak bu anlayış 9 ay gibi kısa bir sürede güvenlikçi, baskıcı ve sermayenin çıkarlarını önceleyen bir tarafa hızla savruldu. Demokrat Parti, Adalet Parti sonra Özal ve bugünkü AKP sermayenin çıkarlarını katıksız savunan/önceleyen partilerdir.

Binlerce insanı tutuklayıp cezaevlerine attılar. Bu arada Türkiye devrimci hareketi ciddi biçimde geriletilmiş oldu. Burada bir diğer belirleyici de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması oldu. 12 Eylül’den sonra Türkiye devrimci hareketinin ve işçi sınıfı mücadelesinin bir daha eski gücüne kavuşabildiğini, derlenip toparlanabildiğini maalesef söylemiyoruz.

Bu sağ siyasi yapılar güvenlikçi politikaları öne çıkaran vatan, bayrak gibi söylemleri önceleyen bir tutumdan hiçbir zaman vazgeçmediler.

BUNLAR GERÇEK AYRIMLAR DEĞİL

Popülist ve otoriter sağ iktidarların kültürel izlekleri içeren –milliyetçilik, ahlak, dinsellik vb. gibi- kavram setleriyle toplumu açıklama, kültürel çeşitlilik üzerinden kurulan tahakkümler hangi gerçeği gizlemeye yöneliyor?  

Bütün bu retorikler sermaye egemenliğinin, kapitalist sistemin devamı ve sürdürülmesinin dayanağı oluyor. İnançlar ve etnisite üzerine kurulu politikalar, bugünkü AKP ve diğer sağ iktidarların tümü için kullanışlı birer argüman. Oysa ki bunlar gerçek ayrımlar değildir.

Erdoğan henüz iktidara gelmemişken sermayenin dini imanı milleti olamadığını söylerken, bugün tüm hak arama taleplerini kendine ve rejime karşı tavır olarak işaretlediği görüyoruz. Bu, sermayeye hizmetten başka bir anlama gelmez.  Koltuğa otururken bir tek evlilik yüzüğü olduğunu söyleyen Erdoğan, bugün dünyanın en zengin liderlerinden biridir.

MAYALANMAYI BEKLEYEN BÜYÜK BİR GÖL VAR

Bugün pek çok işyerinde irili ufaklı direnişler olduğunu biliyoruz. Tüm bunların anlamı nedir? 

Büyük bir göl var ve bu gölün de mayalanması gerekiyor. Bu küçük direnişler büyük bir mücadelenin öncülü olabilirler. Bu eylemlilikler önemli ölçüde konfederasyonların dışında, bağımsız sürdürülen hareketler. Eğer bunlar konfederasyonlar düzeyinde bir örgütlülüğe tekabül etmezse sermaye bunları rahatlıkla bastırıp, görünmez kılabiliyor. Geçmişteki Netaş, Paşabahçe, Zonguldak Maden Yürüyüşü, deri işçilerinin eylemleri sendika ve konfederasyon örgütlülüğüyle yürütülmüş direnişlerdi.

NEFES ALMAYA İMKÂN TANIYABİLİRLER AMA…

Önümüzde seçimler ve yeniden şekillenecek bir Meclis tablosu var. Meclis’e güçlenerek girmesi beklenen Emek ve Özgürlük İttifakı’nın parlamentodaki varlığı işçiler açısından umut vadedebilir mi?

Cumhur ve Millet ittifakı, bunların her ikisi de sermaye sınıfının çıkarlarının ittifakıdır. Küçük farklar olmakla birlikte aynı zeminde durdukları kanaatindeyim. Kılıçdaroğlu’nun ‘kamulaştıracağız, özelleştirmeleri durduracağız’ şeklinde söylemlerini bir kenara bırakırsak her iki ittifak da sermayenin Türkiye’ye dayattığı ekonomi politikayı sürdürme konusunda birbirlerinden farklı değildir.

Bunun dışında Türkiye’deki solun ve Kürtlerin içinde yer aldığı bir başka ittifak var. Emek ve Özgürlük İttifakı… İşçilerin sorunlarının çözümü konusunda yeni ve güçlü bir adres olabilirler mi? Çok emin değilim. Ancak bu baskıcı tek adam rejimini geriletmek için bir cephede yan yana gelebilmelerini olumluluk olarak görüyorum. Meclis’teki temsiliyetlerini arttırabilirlerse önümüzdeki süreçte emekçi halkın, ezilenlerin nefes almasına imkân tanıyabilirler. Ama bu her şeyin bir kerede düzeleceği, kurtuluşun buradan geleceği anlamını taşımaz.

8 SAATLE SINIRLI İŞGÜNÜ MÜCADELEYLE MÜMKÜN OLABİLDİ

1 Mayıs mesajınız nedir?

1 Mayıs 1886’da Amerika’daki emek organizasyonunda yer almış işçileri bir kez daha yâd etmek, ruhlarını şad olmasını dilemek tüm işçi sınıfının asli görevlerinden biridir. Çünkü bugün çalışmanın 8 saatle sınırlanması o günkü mücadeleyle mümkün olabildi.

8 saat de çok değil mi?

Bu, 137 yıl öncesinin 1886’ın talebiydi. Bugünün koşullarında 6 saat hatta 4 saat çalışmak yeterli olabilecekken, 8 saatle sınırlandırılmış mesailere bile uyulmuyor. Çalışanlar 10 saat, 12 saat hatta bazen 14 saate kadar çıkarılmış mesai saatleri altında eziliyor. Yani tam bir kölelik söz konusu… O yüzden 1 Mayıs’lar işçi sınıfının örgütlenme, mücadele ve dayanışmalarının vesilesi olmalı. Çünkü bir kez daha zor ve belirleyici bir dönemden geçiyoruz.

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram