Ah Yusuf!

Yusuf Çağlar vefat etmiş. Kelime dağarcığınız eriyor yorgun gözyaşları gibi. Sözcükler tükeniyor bitkin nefesler gibi. “Ah Yusuf! Bunu bize nasıl yaparsın!” diyemiyorsunuz, çünkü kader dilinize bir zincir vuruyor gurbet ellerde.

KRONOS 29 Kasım 2020 PORTRE

| EKREM DUMANLI

Daha sabahın ilk ışıkları yansımamış yeryüzüne. Daha seccadeniz günaydın dememiş size. Telefonunuzun ekranına sımsıcak bir gülümseme yansıyor. Kitapların arasından o bildik bakışına şahit oluyorsunuz. Ve sanıyorsunuz ki Yusuf’tan bir selam var. Göz bu; önce resmi algılıyor, sonra altındaki yazıyı. Ürperiveriyorsunuz acı bir haberle: Yusuf Çağlar vefat etmiş. Kelime dağarcığınız eriyor yorgun gözyaşları gibi. Sözcükler tükeniyor bitkin nefesler gibi. “Ah Yusuf! Bunu bize nasıl yaparsın!” diyemiyorsunuz, çünkü kader dilinize bir zincir vuruyor gurbet ellerde.

İstanbul Siyasal’da talebe iken tanıdım Yusuf’u. Beyazıt’ta arkadaşlarıyla kalıyordu sanırım. Daha ilk günden kararımı vermiştim: Bu adam özü sözü doğru biriydi. Lafını ölçüp biçmiyordu. O günlerde herkesin çekinip endişe ettiği birine tok bir ses tonuyla had bildirmesi aklımdan hiç çıkmadı. Yollarımız ayrıldı bir zaman sonra ve bir daha göremedim bu yiğit Anadolu çocuğunu, ta ki 93’ün sonlarında Zaman gazetesi kültür-sanat sayfasında çalışmaya başlayacağım ana kadar.

KÜLTÜR-SANAT’IN YARAMAZ ÇOCUKLARI…

Kültür-sanat sayfasında başladım gazeteciliğe ama birkaç ay kültür-sanat servisine gidemedim. Bana başka bir birimde çalışmaya başlamam, bir zaman sonra Kültür’e geçeceğim söylendi. Bu süreç biraz uzayınca bir yayın yöneticisinin odasına daldım. Meğerse kültür sayfasının ‘yaramaz çocukları’ problem çıkarabilir diye düşünmüş yöneticiler. Sordum: “Kimden bahsediyorsunuz?” Kısa bir liste. En başında da Yusuf var. Bizim Yusuf. Diğeri kitapkurdu bir arkadaş, öbürü kendini sonradan sinemaya hasreden bir araştırmacı… Hepsi de güzel insan.

Hele Yusuf hele Yusuf!

Yöneticiye dedim ki, “Yarın sabah kültür servisine gidiyorum, göreceksiniz hiçbir sorun çıkmayacak.” Öyle de oldu. Sıcacık bir ilgi, adı konmamış bir saygı, tarifinden aciz kaldığım bir sevgi…

Zamanla güzel bir yayın ekibi olduk. Kültür-sanat- aile servislerinden bir kadro oluşturdu kader bizim için. Aramıza Hasan Keskin katıldı son olarak. O, plastik sanatlar üzerine yoğunlaşacaktı. Kimya öğrenimini yarıda bırakmış, gelip felsefe eğitimi almıştı. 90’lı yıllarda ressamlarla, heykeltıraşlarla röportajlar yapıyordu. Yusuf (her daim kitaplar arasından muzip gülücükler fırlattığı gibi) Hasan’a sataşmadan edemezdi. Fluksus sergisine dair haberler ve analizler yapan Hasan’a “Filuksus Hasan” deyip güldüğünü hiç unutmam. Hakikaten de 90’lı yıllarda muhafazakâr kesimin mahdut dünyasında resim, heykel, sinema, tiyatro haberleri ve yazıları girmek kolay değildi.

BU SÖZÜ HİÇ UNUTMADI YUSUF, BİR DE EYÜP CAN

Eski Zaman binasında minnacık bir kantin vardı. Bir gün baktım bizimkiler oturmuş gazete yönetiminden şikayet ediyorlar. Hepimiz muhabiriz. Hepimiz sanat ve edebiyat emekçisiyiz. Hatırladığım kadarıyla kültür sayfası orada, bir de bizim servise dışardan tabii üyeliği bulunan (!) Eyüp Can ve Doğan Ertuğrul var. İç karartan şikayetlere kulak vermek istemiyorum. Öteden beri hoşlanmıyorum bu tür muhabbetlerden. O güzel meclisten biri, “Sen niye konuşmuyorsun?” deyince idare-i kelam nevinden “Bu kadar abartılacak bir konu değil; bir gün bu mesleğe cidden gönül vermiş üç beş insan gelir ve iyi bir gazete yapılır” gibi bir şey söyledim. Sene 94 ya da 95 olmalı. Hani geyiğine muhabbet derler ya, işte öyle bir mevzu idi konuşulanlar. Bu sözü Yusuf (bir de Eyüp Can) hiç unutmadı. Kimi zaman beni istintaka tabi tutar gibi yayın kalitesine dair kabir sualleri yönelttiler. İyi de ettiler; kaliteli bir gazete için beyin çatlatmak gerekiyordu çünkü…

TEK BİR ŞEY SORDU BANA: KİMDİR BU YUSUF ÇAĞLAR? 

Dobra dobra bir adamdı Yusuf. Daha gazeteye başladığım ilk aylarda bir gece yarısı Hüseyin Gülerce adında o günkü yönetici (!) telefonla aradı beni. Yalova’dan. Şaşırdım tabi ki. Tek bir şey sordu “Kimdir bu Yusuf Çağlar?” “Bu sorunun cevabını bilmiyorsan niye yönetiyorsun koca gazeteyi!” diyecektim; demedim. “Mevzu nedir?” dediğimde “Adamı genel müdür odasına çağırdım bir soru sordum. Bana ‘Bu konuda muhatabın ben değilim, beni bir daha rahatsız etme’ deyip kapıyı çarptı çıktı” dedi. Gülemedim adamın çökmüş ruh haline. Arkadaşı olduğumu söyledikleri için aramış beni. Uyuyamamış. Sadece teselli etmek için “Ben yarın konuşurum” dedim. Meğerse Gülerce beceriksizliği tescilli kifayetsiz bir adama köşe yazısı yazdırmasını söylemiş Yusuf’a. Cevap kurşun kadar ağır: “Ben sizin muhatabınız değilim, yayın koordinatörü, yazı işleri müdürü, yayın yönetmenini atlayarak bir daha benimle konuşma.” Tam da buydu Yusuf. İdare-i maslahattan hoşlanmaz; dosdoğru konuşur ve sonucuna katlanır.

DAĞISTAN’I, OSMAN’I, DAHA NİCELERİNİ KEŞFEDEN YETENEK AVCISI GİBİYDİ

Zaman Kitap genel yayın yönetmenliğini teklif ettim Yusuf’a yıllar sonra. Neden? Yaptığı işi önemseyen titiz ve dürüst bir insandı. Okumaya, yazmaya, anlamaya önem veren kalem (ve dahi kelam) erbabıydı. Editörlük yaptığı yıllardan defalarca şahit olduğum bir meslek sevdası vardı onda. Sayfa tasarımlarındaki en ince detaya kadar ilgilenir, her bir fotoğraf için titizlenirdi. Dağıstan’ı, Osman’ı ve daha nice genç yeteneği ne kadar teşvik ettiğini o günlerde gazetede çalışan herkes bilir. Yetenek avcısı gibiydi. Gazetede çıkan haberleri dikkatle inceler, fikir ve yazı bütünlüğü olan muhabirleri kitap yazmaya ikna ederdi. Her ay elinde tomar tomar kağıtlarla gelir; yayına hazır ettiği kitapları yayın kuruluna sunardı.

Çocuk edebiyatı ile ilgili onun kadar donanımlı az insan var Türkiye’de. Çocuk edebiyatının felsefi arka planını çok iyi bilir, çalakalem yazılmış eserlerden nefret ederdi. Ve bunu söylemekten asla çekinmezdi. Bu yüzden bazı sevdiği, saydığı yazarlarla küskünlük bile yaşadı ama onun derdi kırıp dökmek değildi. O, yapılan işlerde fikir sancısı arıyordu, meslek kriterleri istiyordu. Çok şey mi istiyordu? Baştan savma iş yapanlar için evet; ama iş disiplinini hayatının bir parçası olarak görenler için hayır…

SESSİZ SEDASIZ, KİMSEYİ ÜZMEDEN, KİMSEYE YÜK OLMADAN 

Sahaflık onun bir başka tutkusuydu. Vecd halinde yaptığı bir iş. Kimi zaman enderi nadirattan bulduğu bir şey olursa onun sevincini paylaşmayı kendine vazife sayardı. Bir gün ona Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eski bir dergiden bahsettiğini, o dergide yer alan bir makaleyi çok aradığını ama bulamadığını söyledim. “Yangın Var” diye feryat eden bir makale. Sessiz sedasız ayrıldı oradan ve kısa bir süre sonra elinde onlarca yıl önce basılmış derginin orijinaliyle geldi. Gidip bulmuş dergiyi. Üstelik bir de Osmanlıca bir mektup getirmiş. Bu nedir dememe gerek kalmadı; Hocaefendinin el yazısı olduğu aşikardı. Onlarca sene önce yazılmış bir mektubu dergiyle beraber Hocaefendi’ye verdiğimde o mutluluğu anlatamam. Ya Yusuf’un mutluluğu…

Şimdi uçup gitti gaddar ve mekkâr dünyamızdan. Korona virüsü bir dostumuzu daha aldı aramızdan. Sessiz sedasız; kimseyi üzmeden, kimseye yük olmadan. Arkasında onlarca salih şahit bırakarak. Kitapları, yazıları, arkadaşları…

Ruhu şad, makamı cennet olsun….

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com